Dünyaya seslenmek istiyorum. Ağaçların köklerinden, kuşların yalnızca birbirlerine söylediği büyülü türkülerinden. Birbirimize görüş kabini mesafesinden baktığımız bu çağda, ellerimizden tutmalıyız kendimizin. Affetmeyi öğretmeliyiz; yüzüne kapanan kapıların ağır gürültüsünden sağır olmuş kalbimize.
Bir yolculuk yaşam, ilk düştüğünüzde kendiniz kalkmayı öğrendiğiniz o ilk anda yolcusu olduğunuzu fark ettiğiniz. Öyle bir yol ki, başı belli sonu değil. Üstelik her düşüş bir öncekinden daha can kesiği. Kanadıkça canınızın çoğaldığı, cân’a kast edenlerin bir bir arttığı… Düşünmüyorsunuz da üstelik bir zaman sonra. Bu yara, sahi, kimdendi? Kimdi sahibi? Yara oluyorsunuz baştan ayağa. Çok ağlıyor, az gülüyorsunuz. Oysa onca yaraya rağmen ağlamalarınızdan daha şedîd oluyor gülmeleriniz, ağlamalarınız belli olmasın diye geceleri ıslattığınız o yıkanmaktan eskimiş yastık kılıfının izinde. Alvarlı Efe hazretleri fısıldıyorsunuz ince ince sızlayan o yaralara:
“Aşık der incitenden / İncinme incitenden / Kemalde noksan imiş. / İncinen incitenden.”
İncitmemek için çabaladıkça daha çok inciyorsunuz. İncitmemek belki ama incinmemeyi hiç öğrenemiyorsunuz. İncitenler yetmezmiş gibi bir de siz kalbinizi bir avuç dertte boğuyor, nefesini kesiyorsunuz. Temiz olmak istiyorsunuz her yaradan sonra. Kana bulanan her zerrenizi çitilemek bir anne banyosunda. Hem de çekiştirilirken dünyanın eliyle hiç olmak istemediğiniz yepyeni imtihanlara. Siz dursanız nefsiniz durmuyor, o dursa şeytan kıpkızıl bir elmayla sizi cennetten kovulduğunuz o ilk ân’a davet ediyor. Öyle bir zaman geliyor ki bu davetin muhatabı olmak bile yaralıyor bir zamanlar içinden iyilikten başka bir şey geçmediğini bildiğiniz kalbinizi. Şimdiyse, hem iç hem dış sesiniz bağırıyor gözlerinizden. “Ben bu dünyaya ait değilim!”
Ne çok yaramız, yaralarımızı büyüttüğümüz hasretimiz var. Bir görüş kabini bazen, bazense bir kuş yuvası cıvıltısında. Artık hiç olamadığınız kendinizi bulduğunuz ya da sadece hatırladığınız.
Yine de bu dünyanın bir cenneti olduğu söyleniyor, bunca zulmün bunca ağrının, sızının dermansız kaldığı zamanda hem de. Adına affetmek deniyor, kendinden başlayarak. Nefsini gözyaşı sularında yıkayarak belki, belki bir kimsesiz kız çocuğunun başına mavi bir boncuk takarak. Belki mavi bir dalgayı seyrederken bir martıya bir lokma simit atarak. İyiliği yayarak yani, kötülüğün karanlık dünyasının yayılmasına küçücük iyiliklerle engel olarak. Affede affede, affedileceğini umarak. Umutla ve sabırla yaşamak deniyor. Bu dünyanın da bir cenneti olduğuna inanılıyor. Bir görüş kabininden karanlığı kaldırıp, başka yüzlerde gördüğümüz kendimize affederek bakmak…